Haldun Taner - On İkiye Bir Var
Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu.
Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o
aralık:
“Üçü yirmi geçiyor” diyivermişim.
Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara
bakıp zamanı bazen dakikası dakikasına kestirmek mümkündür. Görünürde vapur
filan olmadığı anlaşılınca gözler faltaşı gibi açıldı:
“Peki ama nasıl bildin?”
“Bilmem” dedim. “Dilimin ucuna geliverdi işte.”
Rahmetli halam:
“Tesadüf a canım” dedi. “Attı tuttu işte. Olmaz mı böyle
şeyler.”
Öbürküler de:
“Evet” dediler. “Tesadüf. Ama bu kadar olur yani.”
İnsanlar, mantıklarının normal akışına uymayan olayları bu
üç hece ile ne güzel ortadan kaldırıverirler. Kahinliğimin sırf bu tesadüfe
dayandığı oybirliği ile kabul edildi. Hatta ben bile buna inandım. İnanacaktım.
Aradan iki hafta geçmiş geçmemişti ki, bir gece, ter içinde
yatağımda uyandım:
“Bire beş var. Bire beş var” diye sayıklıyordum.
Kalktım. Lambayı yaktım. Dededen kalma ihtiyar duvar saati,
bire beş kalayı gösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire
beş kalayı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm. Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında
mı içime doğdu. Biraz sonra saat “dan” diye biri vurunca kafama tokmak yemiş
gibi ayıldım. Hayır. Bu defaki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım
uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapladı. O güne kadar benden gizli içime
işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum.
Bu tik tak, kalbimin atış temposunda olsa şaşmayacağım. Ama değil. Acele
işleyen bir cep saatininkine de benzemiyor. Çok ağır, daha tok… Tıpkı,
ağırbaşlı bir pandül gibi… Önce, bir kabus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü
yıkadım. O tempo, hala kulaklarımda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından
birine kapandım. Boşuna… Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların
temposu da, şaşılacak derecede içimdeki ölçüye uyuyor. “Lamı cimi yok,
tozutuyorum” dedim. Ter içinde yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, yatağıma
yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular.
Söylemedim. Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik
başlangıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düzelecekti. Sırrımı,
evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne
geçerlerdi.
İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya
başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mektep arkadaşlarım arasında
duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini düzeltiyor, olmayanlar dersin bitmesine
kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim, bu marifetimi bilmeyenlerle
bahse girip, sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu.
Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleşti. Şimdi artık
yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ibresinin bile kaçta bulunduğunu
bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm maçında sekiz yüz metre
derecesini daha kronometrörler ilan etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile
geçti. Hatta bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni
arayıp buldu. Birtakım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra doktorlar
cemiyetinde, hakkımda bir tebliğ yayınladı.
Hiç unutmam, rapor: “Süjede, aşırı derecede gelişmiş bir
samia ve altıncı his derecesinde bir zaman hafızası müşahade edildi” diye
başlıyordu.
Bana kalırsa, ben bunu soyaçekme ile izah taraflısıydım.
Şeceremi araştırdım, bulmadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazlaca
uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmalı. Yoksa
doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saatine yüklemek, bana biraz
tek taraflı bir izah gibi geliyor.
Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saatidir. Tam
karşımda, dedemin bir hattı ile büyük babamın üniformalı resmi arasında, sanki
onlardan bir şeymiş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk aldığı
ses, onun tik tak’ları olmuş. Çocukluğumun, sade çocukluğumun mu ya,
gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik tak’ları noktaladı. İçimdeki
pandülün tik tak’ları da tıpı tıpına tam onun pandülünün temposunda. Öyle ağır,
öyle tok.
İmdi doktorun tezi şu: Normal üstü bir duyma hassam olduğu
için şuuraltım, bu pandülün temposunu adeta bir plak gibi zaptedip kendisine
sindirmiş. Şimdi ben, o yokken bile onu duyar gibi oluyor, bir yankısı gibi
onun temposunu idame ettiriyormuşum. Hasılı, onunla denk işleyen canlı bir saat
olup çıkmışım.
Bu durumda bana:
“Öyleyse neden çeyrekleri, yarım saatleri, saat başlarını
çalmıyorum?” diye sormaktan başka bir şey kalmıyor. Kötü, çok kötü… İster misin
büsbütün azıtayım da, sade sorulunca değil, sorulmadan da, tıpkı Telefon
Merkezindeki konuşan saat gibi, her geçen dakikayı durmadan söyleyeyim.
Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatleşen bir
insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir armut sanan kadar olağandır.
Sapıklık, böyle böyle başlar. Hangi doktor hastasına resmen
“sen tozutuyorsun dostum” demiştir.
Bunu ben kendi irademle alt edemezsem beni doktor mu
kurtarır, ilaç mı, telkin mi?
Hemen, kesin bir prensip kararı verdim: Bundan böyle saat
tahminlerine paydoss…
O güne kadar lüzumsuz saydığım için hiç saat kullanmazken
ilk defa kendime bir saa
t aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden… Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta hiç falso vermedim. Fakat sonra… Tevekkeli, huy canın altında dememişler. Mesela büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra zamanla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse.
t aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden… Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta hiç falso vermedim. Fakat sonra… Tevekkeli, huy canın altında dememişler. Mesela büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra zamanla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse.
Arada bir, irademin dalgın anlarından faydalanarak, kaçamak
tahminler yapmaya başladım. Günde bir kere mesela. Yahut iki… Kontrolü, kendi
saatimle yapmayacak kadar onurluyum çok şükür. Dirseğini bük, kolunu aç, saate
bak. Nerede kaldı, verdiğim prensip kararı? Halbuki meydan saatlerinin altından
geçerken, insanın gözü pekala yanlışlıkla şöyle bir yukarı doğru kayabilir.
Çoğu defa, kendimi tongaya bastırmak istediğim oldu. Bile bile, sırf yanılmış
olmak için, 8.15 diye atıyordum mesela. Sonra bakıyorum: Tutturmuşum; sekizi
gerçekten onbeş geçiyor. Bütün gayretime rağmen, yine doğru saati bilmiştim.
Yalnız, hiç unutmam, bir sabah Kadıköy Belediyesinin
yanındaki saatin altından geçerken yine böyle kaçamak bir tahmin yaptım. “7.11”
dedim. Baktım. Yediyi yirmi bir geçiyor, evet, yirmi bir. Gözlerime inanamadım.
Bir sevineyim, bir sevineyim. Dünyalar benim oldu sanki. Kendi kendime “Al
kalemi” dedim. “Bugünün tarihini defterine kaydet. Bugün senin normal insanlar
sırasına girdiğin mutlu ve tarihi bir gündür.” Fakat sevincim içimde kaldı. Tam
o sırada işçinin biri saate merdiven dayamaz mı? “Meret yine on dakika ileri
gidiyor.” diye tamire kalkışmaz mı?
Kaç doktor değiştirdim. “Korkacak bir şey yok” diye yemin
ediyorlar. İnşallah doğrudur. “Geçer mi?” diye sordukça, “bilinmez” diyorlar.
“Hem bunun size ne zararı var kuzum? Faydaları da caba.” Doğru. Faydasını neden
inkar etmeli. Mesela ben bugüne kadar tren, vapur kaçırmış insan değilim. Gece
saat kaçta yatarsam yatayım, içimde zilli bir saat kurulmuşçasına sabahleyin istediğim
saatte uyanabiliyorum. Doğru işleyişimden de, ayrıca küçük bir böbürlenme
duyduğumu saklamayacağım. Bugüne bugün, radyo saat ayarı ile geri kaldığım
görülmemiştir. Bunlar iyi. Kabul… Ama zihnimi, benliğimi, şuuraltımı hassas bir
anten gibi, alabildiğine zaman kavramına böylesine açık ve uyanık tutmak acaba
bir gün, radyomun akümülatörünü yormayacak mı?
Doktor: “Zamanı unut, alakadar olma” diyor. “Saat kaçsa kaç.
Sana ne be kardeşim.” İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her
şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle, ilişiğimizi
kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu
duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek?
Pandül temposuna uyan her şeye hayran, uymayan her şeye
düşmanım. Yavaş giden bir takanın pat patı, döşemeyi kemiren bir kurdun
tıkırtısı… bir musluktan şıpırdayan damlalar, tren tekerlerinin ray kesiminde
çıkardığı gürültü, dörtnala giden bir atın şakırtısı, gece asfaltta uzaklaşan
topal bir ihtiyarın adımları. Bütün bunlar yorgunsam beni bir anda dinlendirir,
neşesizsem keyiflendirir.
Tersine, bu tempoya uymayan seslerden de öylesine
sinirleniyorum. Mesela vapurlar. Rıhtıma çarpan dalgaların aralığını bozduğu
için bütün vapurlara kızıyorum. Vapur geçip de deniz, sahili art arda, hızlı
hızlı dövmeye başlayınca, beni bir huzursuzluktur alır. Çalışıyorsam dururum,
düşünüyorsam kafam işlemez olur, oturuyorsam kalkarım, uyuyorsam uyanırım.
Hasılı rahatım kaçar.
Hızlı akan bir nehir de, insana saat temposunu
şaşırttırıyor. Üç yıl boyu, içinden böyle bir akar su geçen bir şehirde
oturmuştum. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, içimi, geri
kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.
Bu pandül temposu öylesine sinmiş ki benliğime, sokakta
yürürken adımlarımı bile bu tempoya göre atıyorum. Ne daha hızlı, ne daha
yavaş… Sokağa başka biriyle çıkmak istemeyişim, bundan. Nişanlımdan, sırf bu
tempo uyuşmazlığı yüzünden ayrıldım. Ben bir adım atarken o iki, üç atabilse
yine uyuşacaktık. Adımları küsurlu idi. İki buçuk, iki buçuk. Bu durumda bir
insanın ruh temposu benimle nasıl uyuşur?
Batı müziğini neden seviyorum. Her bestenin atında bir
metronom tiktağı sezdiğim için. Geçende Balkan radyolarından birinde
Beethoven’in 8’inci Senfonisini dinliyordum. Üstadın, metronomu bulan Maelzel’e
armağan olarak, ritmik metronom temposunda çalınsın diye bestelediği o ikinci
mouvemet’ı, o her dinleyişimde kendimden geçtiğim caanım Allegrotto
Scherzendo’yu herifler tutup da Rubato çalmazlar mı?… Yakalayıp radyoyu yere
çalasım geldi.
Nefesimi en tıkayan bir şey de, durmuş saatler. Topkapı
Müzesi’ne her gidişimde saatler bölümüne uğramadan edemem. Ama her seferinde de
boğulur gibi olup hemen kendimi dışarı atarım. Ne kadar değerli, ne kadar
hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş
saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir.
Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani
zembereğindedir. Zemberek saatin değil, hayatın da özü, temeli. Bir bakıma,
hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Yaşama bir kurulma ve çözülme, bir dolma
ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen,
zembereği bozulan… Eğitim, kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına
benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur, hareket ederiz. Kimi
hala alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San
Fransisco… Bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, yahut
standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkitbaşı tutar bizi
geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak…
İleri alır diyecektim ama, geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami
duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu.
Bunları laf olsun diye söylemiyorum. İnsanlar, her bakımdan
saate benziyorlar. Hatta güleceksiniz belki; boş zamanlarımda öbür insanları da
kendim gibi saate benzetmek en sevdiğim hayal oyunlarımdan biri. Tanıdıklarıma,
yakınlarıma bakıp bu, saat olsa nasıl bir saat olurdu diye düşünürüm. Yahut
tersine, saatten hareket edip insana geldiğim, belirli saatlerin insan olunca
nasıl birer kişilik göstereceklerini düşündüğüm de olur.
Mesela odamdaki duvar saatini alalım. Ben onun huzurunda
mambo çalamam, bir kıza sarılamam. Camekanlarının altından büyük peder
bakıyormuş gibi gelir bana. Bu saat, odaya, radyo İtri’den, Dede Efendi’den bir
şey çalarken daha bir yaraşır, kendini o zaman daha bir evinde hisseder.
Halinde, vuruşunda, işleyişinde bizlere karşı, bir küçümseme sezerim. Kim
bilir, derim; zamanında ne ağırbaşlı ne efendice, ne olgun ve dolgun saatler
vurmuştur da şimdi bizim bu havai, bu fasafiso, bu çocukça ve budalaca
saatlerimizi vurmaktan sıkılıyordur. Bu saat konuşsa, muhakkak ağdalı, terkipli
bir divan edebiyatı türkçesi konuşacaktır. Vuruşları bile, aruz üzre şiir okur
gibidir. Sanki her saat başı Ziya Paşa ile birlikte:
Sanma ki saat çalar
Bil başına tokmak vurur
diye bizi azarlamaktadır.
Misafir salonunda fanus içinde duran konsol saati
büyükannemin çeyizi imiş. Büyük valde saat olsa herhalde böyle tertipli,
kıvrak, pırıl pırıl, hanım hanımcık minyon bir saat olurdu, diye düşünürüm.
Politikacıları neye benzetiyorum biliyor musunuz? Topkapı
Müzesinde gördüğüm, istenince nihavend, istenince acemaşiran makamında çalan
çalgılı eski saatlere…
Tahsildarlar saat olsa, muhakkak sayaç mekanizması gibi
işlerlerdi.
Geçen gün dairede, bizim şefin tepesindeki sessiz işleyen
elektrikli duvar saatine dikkat ettim. Eminim ki şef saat olsa, tıpkı böyle
işlerdi. Sinsi sinsi. Hiç işlediğini belli etmeden. Bir bakarsın yelkovan
hareketsiz duruyor, bir bakarsın bir dakika atıvermiş.
Müzisyenlere gelince, onların metronom gibi işlediklerine
eminin. Hele orkestra şefleri… Bir Toscannini, bir Karayan, bir Furtwangler,
şahıslaşmış, mükemmelliğin doruğuna ermiş en hassas birer metronom değil de
nedirler?
Öbür saatlere kıyasla Metronomun bir iyiliği; temposunun
istediği gibi hızlandırılıp yavaşlatılabilmesi… Çekersin ağırlığı yukarı, tempo
yavaşlar. Tik… tak… tik… tak… İndirirsin aşağı hızlanıverir. Tiktak… tiktak…
Böyle bir ağırlık da öbür saatlere takılabilse…
Bunu, geçen gün bizim doktora açtım. Güldü:
“Ne o, şimdi de zamanı mı yavaşlatmak istiyorsun?” dedi.
Hem de nasıl… Eskiden hiç böyle bir zorum yoktu. Bu, bana şu
son günlerde arız oldu. Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu
sezen bir saat çaresizliği var. Belki de kuruntu. Belki de kurgum bitmeden
zembereğim bozulacak. Zamanı durdurmak, yavaşlatmak, o akibeti kabil olduğu
kadar geriye atmak merakı herhalde buradan geliyor.
Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten korkarım. Sade
ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben düşündüm ve buldum: Hayatı
kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sevmek, sevilmek,
eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi? Hayır… Karınca gibi
durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk yetiştirmek mi?
Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi
anlıyorum.
Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde
zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu
hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele
yapışan lumbago ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde…
Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta
gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor
ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı
sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.
Bu keşfimi nerde yaptım biliyor musunuz? Bir yılbaşı gecesi,
Kadıköy vapurunun güvertesinde… Paltoma bürünmüş gidip ta buruna oturmuştum. Bir
ara uyuklar gibi olup, birden silkindim. “On ikiye bir var” diye söyleniverdim.
Çakmağı yakıp saate baktım ki; doğru… Saniye yelkovanı döndü, döndü, altmışın
üstüne gelince çıt… Saat 11.59’ken, 12 oluverdi. Gün kadranında Çarşamba,
yerini Perşembe ile değiştirdi. 31 Aralık çekilip yerini 1 Ocağa bıraktı. Saat,
yılı göstermiyordu ama, 1952 bitip 1953 başlamıştı. Bütün bunlar, bir küçük
an’ın marifeti. Hepsi şu ufacık yayın “tık” diye atıvermesi ile oluyor…
An an’ı kovalıyor, an’lar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba
Perşembeyi, Perşembe Cumayı sürüklüyor. Kasım, Aralık oldu, Aralık Ocak, Ocak
Şubat olacak. Şubat da Mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı
yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru. Karşımda sahil
göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz… Ah şu vapur bir dursa…
İyisi, geri geri gitse… Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye
başlasalar. Gün kadranı Perşembeden çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru
sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış
başlasa… Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil,
bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git,
ister geri; dünyanın denizleri biter efendi…
Madem zamanı durdurmanın çaresi yok. Madem zaman akacak.
Bari, geçişini iyice hissetsek.
Vapur, Kızkulesi açıklarında… İşte Salacağa yaklaşıyoruz… Na
şurası Selimiye. Şu yeşil ışık Haydarpaşa mendireği… Şu mavi lambalar Kordon
Otelinin değil mi? Vapur yana dönüyor. İşte Kadıköy iskelesi.
Bir böyle, geçişin adım adım bilincine vararak gelmek var.
Bir de aşağı kamarada gazete okuyup, “a gelmişiz” diye şaşakalmak…
Ömrümüz, alt kamarada gazete okuyan yolcununkine ne kadar
benziyor…
Dakikalarının değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına
anlıyor, onların geçişini o gece -o da 11.55’ten 12’ye kadar- dikkatle
takibediyoruz. O da neden? Aklımız sıra, geçen bir yılı kapayıp, gelen bir yılı
açtıklarından. Yılbaşı geçince de yine alt kat kamaraya inip gazetemize
dalıyoruz. Halbuki hangi günün hangi dakikası, bir eski yılı kapayıp yenisini
açmıyor? Neden bu dikkati her günün her saatinde, her dakikasına, her
saniyesine çevirmiyoruz? Biz kendisini unutunca, coşkun bir sel gibi geçen
zaman dikkatimizi her saniyesine çevirince, düz ovada kıvrıla kıvrıla akan
tembel bir nehire dönecektir. Bütün mesele, dikkatimizi saniyelerin geçişi
üzerine toplamada.
Peki, bunu nasıl yapacağız. Onu da buldum: Kendimizi
saatlerin tiktağına vererek. Zamanın, dolayısıyle yaşamanın şuuruna
varabilmenin en iyi yolu saatler ortasında yaşamaktır.
Siz de deneyin bakın: Bir odanın kapısını, pencerelerini
sımsıkı kapayın. Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara bir bezle bağlayın.
Kafanızdaki bütün fikirleri kovarak, bütün dikkatiniz saatin tiktağında,
zamanın geçişini düşünün. Yaşadığınızı düşünün. Bir vapur olduğunuzu, zamanı
yara yara ilerlediğinizi, hayatın saniye saniye yanınızdan kayıp gittiğini…
Saat koleksiyonu yapmaya merak sarışım da, işte buradan
geliyor. Açık arttırmalardan, antikacılardan, her çeşit saat toplamağa
başladım. Çift kurgulu cami saatleri, elektrikli saatler, gümüş kapaklı eski
Serkizof saatleri… hatta geçen gün eve, işe yaramaz diye Tramvay idaresi
deposuna atılmış koca bir meydan saati bile getirdim.
Sabahleyin otuz beşinin de kurgusunu tazeliyor, akşam eve
gelince sırtüstü yatıp, kulağım onlarda, her dakikanın, her saniyenin, her
salisenin şuuruna vararak yaşadığımı olanca kesafetiyle hissediyorum. Dört
tarafı ayna kaplı bir salon nasıl mekanı sonsuzlaştırır gibi olursa, insanı
dört yandan saran saat tiktakları da zamanı adeta dondurup şuurlaştırıyor.
Parmaklarımız arasından ince bir su gibi uçup giden zamanı ancak böylece iki
elimizle kavrar gibi oluyor, sonunda yine parmaklarımız arasından kaçırsak
bile, varlığını dokunmuşçasına kuvvetle duyuyoruz.
Saatlerin her biri kendi kişiliğine göre işliyor. Kimi acele
acele, işgüzar işgüzar. Kimi ağırbaşlı, yavaş. Kimi genç bir kadın gibi
sekmekte… Kimi dörtnala almış başını gidiyor. Şurada biri pamuk atan halaç
temposunda… Öbürü, üstündeki örste demir döven demircinin çekiç gürültüleri
içinde. Hasılı odam, otuz beş saatin çeşitli tiktakları ile dolu.
“İşte” diyorum… Bir dakika geçti… İki dakika geçti geçti, üç
dakika… dört, beş, altı… bir çeyrek…
Katı kalpli duvar saatim, şimdi hayatımdan eksilen çeyrek
saati klasik melodisi ile kutlamaktadır:
Sonra yine: Tiktak, tiktak, tiktak; tiktak, tiktak, tiktak,
tiktak.
Yirmi dakika geçti, yirmi üç, yirmi beş, otuz… Ve yarım
saati kutlayan ikinci melodi:
Bir otuz dakika daha geçince, duvar saatimin keyfine diyecek
yoktur artık. Hayatımın koca bir saatini yemiş bitirmiş olmanın neşesi ile
deminden beri kesik kesik çaldığı melodisini şimdi artık bütünlemektedir:
Sonra kafama tokmak vurur gibi:
“Dan, dan, dan, dan, dan, dan.”
Onun ilk “dan”ı duyulur duyulmaz, orkestra şefinden komuta
almış gibi, irili ufaklı bütün öbür saatler de hep birden boşanıveriyorlar.
Kimi yangıncı kampanası gibi: Lingir, lingir, lingir. Kimi kapı çalınır gibi:
Zırrrt. bazısı kibar, edebli, sakin; bazısı acar, şirret, ciyak ciyak… Guguklu
saatin küçük kuşu da geri kalır mı: Guguk… guguk… guguk…
Bu gürültüden sonra yine sükut: Tiktak, Tiktak, tiktak,
tiktak.
Bir dakika daha geçti. Üç dakika daha geçti, beş dakika
daha… bir çeyrek:
Sonunda ya sapıtacağım. Yahut da aradığıma erişeceğim:
Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli
anlayacağım. Ölüm korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği bozulmak kaygusundan
kurtulacağım.
Üçüncü bir ihtimal daha varmış ki onu hiç düşünmemiştim.
İlkin, ikinci ihtimal en kuvvetlisi görünüyordu. Her akşam
iş dönüşü tiktaklar içinde geçirdiğim bir iki saat beni her gün biraz daha
zamanın akış şuuruna erdiriyor, aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik
doygunluğa doğru götürüyordu.
Daireden yıllık iznimi alınca, iki saatlik zaman şuuru
kürümü günde on iki saate çıkardım. Yirmi gün odama kapandım, bir yere
çıkmadım. Kürüme sebatla devam ettim.
İznimin son günü idi. Saat 12’ye geliyor. Koltukta başım
yana dönmüş, uyuyakalmışım. Böyle her uyuklayıp uyanışta aklıma ilk gelen, saat
olur. Bu defa inanılmayacak bir şey oldu: Silkinince saat aklıma gelmedi.
Olacak iş mi bu? Saatlerce baktım. Hepsi 12’ye 1 var. Ama tiktakları
duyulmuyordu. Önce durmuşlar sandım. Hayır, işliyorlardı. Duvar saatinin
pandülü bir sağa, bir sola gidiyor. Demir döven demirci, durmadan çekiç
sallıyor. Saat on iki oldu. Söz birliği etmişçesine hiç birinin saat başını
vurduğu yok. Belki saati de vuruyorlardı da ben duymuyordum. Belki ne kelime,
bal gibi vuruyorlardı. Zillere tokmakların vurup durduğunu, küçük kuşun
kafesinden fırlayıp fırlayıp haykırdığını gayet iyi görüyordum. Ama sesleri
çıkmıyordu. Gözümü kapayıp içimi dinledim. İşin kötüsü, içimdeki pandülün
temposu da yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi oldum.
Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna,
yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım.
Doktor, “Ölmedin” diyor. “Ölsen bunları yazabilir misin?”
Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum.
Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum. Ne derlerse desinler, ben artık
durmuş bir saatim.
Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi
gösteriyorum.
27 Ekim 1953
Yorumlar
Yorum Gönder